Bazen haberleri açmaya cesaret edemediğimiz, sosyal medyada dolaşırken içimize sıkıntı çöktüğü, sokakta yürürken arka planda bir huzursuzluğun eşlik ettiği o anlar… Belirsizliğin rutine dönüştüğü, umudun ise artık temkinle dillendirildiği bir ülke haline geldik. Türkiye’de son yıllarda üst üste gelen olaylar, sadece bireysel değil, toplumsal bir ruh halini şekillendirdi: Kolektif kaygı.
Bu yazıda, Türkiye’de kolektif kaygının nasıl oluştuğunu, hangi olaylar üzerinden beslendiğini ve nasıl bir psikolojik iklim yarattığını konuşacağız. Çünkü artık mesele “kişisel” olmaktan çıktı; bu, hepimizin içinde yankı bulan ortak bir his.
1. Kolektif Kaygının Kökleri: Süreklilik Kazanan Travmalar
Toplumlar da insanlar gibidir; yaşadıkları olaylara tepki verir, anlamlandırmaya çalışır, bazen inkâr eder, bazen bastırır. Ancak son yıllarda Türkiye’de yaşanan olaylar, bireysel travmalardan çok daha büyük, yaygın ve etkileyici bir hal aldı. Depremler, terör saldırıları, pandemi, ekonomik krizler, siyasi gerilimler, adalete dair sarsılan inanç… Her biri bir öncekinin üzerine eklendi. Her biri bir boşluk daha açtı, bir güven duygusunu daha törpüledi.
Ve bir noktadan sonra insanlar, artık olan bitene değil, olacaklara karşı kaygı duymaya başladı. Belirsizlik, bir düşman gibi köşe başında bekleyen bir tehdit haline geldi.
2. “Bugün Ne Oldu?” Rutinine Dönüşen Haber Takibi
Türkiye’de gündem, sabah başka bir başlıkla açılıp gece bambaşka bir felaketle kapanıyor. Takip eden, yoruluyor. Etmeyen, suçluluk duyuyor. Sosyal medya bir bilgi kaynağından çok, toplumsal kaygının yankılandığı bir odaya dönüştü. Her yeni gelişme, kolektif bilinçte yeni bir panik odağı yaratıyor. Kimi zaman bir doğalgaz zammı, kimi zaman bir kadına yönelik şiddet haberi, kimi zaman bir çocuğun kayboluşu… Hiçbiri sadece “bir haber” olarak kalmıyor; her biri, zihinsel yükümüzün bir parçası oluyor.
3. Normalleşen Anormal: Alışmakla Uyuşmak Arasında
En yıkıcı olan, belki de bu olayların artık “sıradan” hale gelmesi. Bir felakete şaşırmamaya başlamak, bir adaletsizliği kanıksamak, bir kötü haberi okuduktan sonra ekrana boş boş bakmak… Bu, ruhsal bir kabullenme değil, zihinsel bir savunma mekanizması. Kolektif kaygının en karanlık hali burada kendini gösteriyor: Umutsuzluk değil, duyarsızlığa evrilen bir yılgınlık.
Artık insanlar “Bir şey değişmeyecek” demiyor; sadece bir şeyin değişmesini beklemiyor. Bu, pasif bir isyan hali. Sessiz ama yaygın bir tükenmişlik.
4. Geleceksizlik Duygusu: Zamanın Durdurulduğu Bir Yer
Türkiye’de gençler artık “gelecek” kelimesini umutla değil, endişeyle anıyor. Orta yaşlılar geçmişle oyalanıyor, yaşlılar ise sessizce gözlemliyor. Bu kaygı, sadece bugünü değil, yarını da esir almış durumda. İnsanlar hayatlarını “bir şey olacak” beklentisiyle askıya alıyor. Evlilik erteleniyor, çocuk sahibi olmak yeniden düşünülüyor, ülke değiştirme hayalleri gündelik sohbetlerin içine sızıyor.
Zaman, ileriye değil, aynı yerde dönüp duran bir çark gibi hissediliyor. Ve her gün, yeni bir belirsizlik ekleniyor bu çarka.
5. Sessizlik İçinde Yayılan Bir Salgın: Duygusal Yalnızlık
Kolektif kaygı, aynı zamanda kolektif bir yalnızlık yaratıyor. Herkesin içinde aynı sorular dönüyor, ama pek azı bu duyguyu paylaşabiliyor. İnsanlar endişelerini bastırıyor, çünkü “herkesin derdi var”. O yüzden bu kaygı, yüksek sesle değil, içten içe yayılan bir yangın gibi ilerliyor. Kimi bunu mizaha sığınıp hafifletmeye çalışıyor, kimi öfkeye dönüştürüyor, kimi ise tamamen içine çekiliyor.
Sonuç Yerine:
Bu yazı bir çare sunmuyor biliyorum. Çünkü bazen en büyük ihtiyaç, çözüm değil; sadece yaşananın adını koymak oluyor. Türkiye’de kolektif kaygı bir soyut kavram değil, hissedilen, yaşanan, bedeli ödenen bir gerçeklik. Ve bu gerçeklik, artık bireysel değil, toplumsal bir zihin haline dönüştü.
What do you think?
It is nice to know your opinion. Leave a comment.