“Ben bir kelebeğim,” derdi.
“Kısa yaşarım, ama özgür olurum.”
O zamanlar anlamazdım.
Ne kadar kayıtsız, ne kadar hafif bir cümle gibi gelirdi bana.
Şimdi, o kelimeler göğsümde yankılanıyor — bir mezar taşı gibi sessiz, ama ağırlığıyla ciğerimi ezen.
Kardeşim haklıydı.
O bir kelebekti.
Ve kelebekler asla uzun yaşamaz.
Kelebekler hep ışığa gider sanırdım.
Ama o, karanlığa âşıktı.
Geceleri yıldızlara değil, karanlığa bakardı.
“Orası daha gerçek,” derdi, “ışık bazen yalan söyler.”
Ben susardım. Çünkü bazı cümleler, ancak ölümden sonra anlam kazanır.
Şimdi o yok.
Ama gecenin ortasında bir rüzgar estiğinde, sanki hâlâ orada, kanatlarını değil, sessizliğini çırpıyor.
O artık bir ses değil, bir yankı.
Bir varlık değil, bir hatırlama biçimi.
Artık kelebekler bana güzellik değil, ölümün zarafeti gibi geliyor.
Rüzgar estiğinde, her nefesin sonunda,
bir uğultu duyuyorum:
hafif, yırtıcı, hüzünlü.
Belki hayal, belki delilik.
Ama o ses bana hep aynı şeyi söylüyor:
“Karanlık da bir kanattır, abla. Uçmak için ışığa ihtiyacın yok.”
Artık anlıyorum.
O ölmedi.
Sadece yön değiştirdi.
Gökyüzü artık onun değil.
O, şimdi karanlığın kelebeği.
Sessizliğin içinde süzülen bir hatıra.
Bir düş, bir yankı, bir varlık gölgesi.
Geceleri pencereyi açıyorum.
Işıkları kapatıyorum.
Bekliyorum.
Bir kanat sesi duyuluyor bazen, çok uzaktan.
Belki rüzgar,
belki bir anı,
belki o.
O zaman fısıldıyorum:
“Uç, kardeşim.
Karanlıktan korkmadığını biliyorum.”
Yazar Notu:
Bu hikaye, birkaç gün önce ansızın kaybettiğim kardeşim Rıdvancan’ın sözlerinden doğmuştur:
“Ben bir kelebeğim.”
Şimdi o cümle, ölümle hayat arasındaki en ince çizgide yankılanıyor.
Bu yazı — gölgelerin arasından da ışık saçmayı bilen o kırılgan, karanlık kelebeğe — ithaf edilmiştir.






What do you think?
It is nice to know your opinion. Leave a comment.